Küçük,
çıplak bir tepenin üzerine kırmızı tuğlalarla inşa edilmiş, iki katlı bir evdi
Emily ve ailesinin yaşadığı yer. Büyükbabasından ya da onun da babasından kalma
bir evdi, Emily öyle biliyordu en azından. Aslında bu çok da önemli değildi.
Sıradan bir evdi onun için. Tepeyi çevreleyen o küçük koruyu çok seviyordu ama.
Çoğu zaman orada vakit geçiriyordu evde kalmayı sevmediğinden. Emily’nin
geçinmesi zor ebeveynleri vardı. Dırdırcı, her şeyden mutsuz olan huysuz bir
anne ve işinden sıkılmış, her gün içki içen uyuşuk bir baba… Sürekli kavga
eden, çocuklarıyla yeteri kadar ilgilenmeyen ebeveynler… Henüz 10 yaşındaki bir
kız çocuğu için hoş olmayan şeylerdi bunlar. Eğlence arayan bir çocuktu o ve ne
zaman annesiyle saklambaç oynamaya çalışsa annesi onu çok hareket etmekle
suçluyordu. Babası da hep yorgundu zaten. Evet, Emily bundan sıkılmıştı. Hem de
fazlasıyla.
Emily, yeni şeyler görmeyi seven bir kızdı.
Neredeyse hiçbir şey görmemişti. Yaşı için normaldi belki ama, büyük şehre
yalnızca bir kez gitmişti. Evlerine yakın bir kasaba vardı, arada sırada oraya
giderdi annesiyle. “Kasvetli bir sonbahar günü” olarak anacaktı Emily o günü
ileride. Yine evde çok sıkılıp koruyu keşfe çıkmaya karar verdiği günlerden
biriydi. Bilmiyordu ormanın perileriyle tanışacağını. Ve eski bir kuyunun
içinde kendi cansız bedenini göreceğini. Bilseydi o gün evden dışarı çıkmazdı.
Aslında kim bilir, belki de çıkardı.
Dullahan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder